Judith Butler’la Söyleşi: Deprem, Olağanüstü Hâl, Yas ve Mücadele

Judith Butler’la Söyleşi: Deprem, Olağanüstü Hâl, Yas ve Mücadele

Mayıs 10, 2023 0

Emre Şimşek – Ezgi Duman – Yusuf Enes Karataş

Eleştirel Hukuk Çalışmaları Topluluğu: Öncelikle, davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Sizlerle “mevcut olağanüstü hâl rejimleri” ve “ayrımcı yas tahsisatı” hakkında konuşmak istiyoruz. Türkiye’de olağanüstü hâl kurumsallaşmış ve -buna bağlı olarak ve merkez üssü Maraş olan deprem sürecinde de gördüğümüz gibi- bu tahsisat çoktan yaygınlaşmış hâlde. Bu bağlamda, çalışmalarınızda Foucault’ya gönderme yaparak “egemenliğin geri dönüşü”nden bahsediyorsunuz. Bu kez bizim için, bu konuyu biraz açar mısınız? Ve “Kırılgan Hayat” kitabınızdan, yani 2004’ten bugüne, bu konudaki fikirlerinizde bir değişiklik oldu mu?

Judith Butler:  Fikirlerimde pek çok değişiklik olduğundan eminim, ama bu değişikliklerin izini sürecek kişi de muhtemelen ben değilim. Egemenlikten demokratik güce geçiş hakkında pürüzsüz bir hikâye anlatan anlatıların, egemen gücün demokratik rejimlerde yetkileri artırılmış yürütme gücü olarak yeniden tesis edildiği gerçeğini hesaba katmadığını sanırım hepimiz kabul edebiliriz. Bugünkü egemenlik gerçeğini en açık biçimde somutlaştıran yürütme erkleri arasında, hareket ve ifade özgürlüğü dahil olmak üzere demokratik ifadeyi baskılayan polis ve güvenlik kuvvetleri bulunmaktadır. Fakat bu iç baskılar, göçmen akışını engellemek veya Avrupa halklarını ani bir vatansız akınıyla tehdit etmek için “takas” unsuru olarak kullanmak suretiyle, bu akışı tanzim eden bir iktidar icra etme biçimi olan sınır kontrolüyle eşleşiyor. Devlete karşı yöneldiği kabul edilen saldırılara yönelik tutuklama, gözaltına alma ve sınır dışı etme yetkilerinin hem içeriden bastırma hem de sınır dışı etme tehdidini barındırdığını da hatırlayalım. Ve sınırdaki gözaltı kampları ne tam olarak egemen toprakların dışında ne de içindedir. Onlar, bu hükmün askıya alınmış alanıdır.

EHÇT: Hepimiz bedenli ve ölümlü varlıklarız, dolayısıyla yaralanabilir bir vaziyetteyiz. Mesela Covid 19 pandemisi bu vaziyeti bir kez daha aşikar kıldı. Ancak bazı insanlar hijyenik villalarında pandemiden korunabilirken, bazılarının – UNICEF’in açıklamalarına göre – ellerini yıkayabileceği bir lavabosu bile yok. Benzer bir örnek; “Türkiye’deki depremde fakir bölgeler 3,5 kat daha fazla hasar aldı.” Bu konuda ne söylemek istersiniz?

JB: Deprem durumunda, yetersiz altyapının, safi depremin sebep olduğu yıkımdan çok daha beter bir felakete yol açtığını gördük. Bununla birlikte, yeterince finanse edilmeyen ve özellikle Kürt halkının yoğun olarak yaşadığı bölgeleri terk etmiş acil yardım hizmetleri, insanların acı çekmesine ve ölmesine ve depremin sonuçlarının daha da ağırlaşmasına sebep olmuştur. Devletin başarısızlığı ortada, Erdoğan’ın şu anda bu kadar defansif bir pozisyona çekilmesinin bir nedeni de bu. Pek çok nedenden biri… Aynı şekilde salgın da radikal sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri ortaya çıkardı. Kim korunaklı, kim değil? Kimin sağlık hizmetine erişimi var, kimin yok? Kim kendi hayatını ve birlikte yaşadıklarını kurtarmak için evden çalışabilir, kim çalışamaz? İşçilerin temel sağlık ve bakım haklarına ve güvenli çalışma koşullarına sahip olmadığı anda paradoks kapitalizmin merkezinde vücut bulur: Yaşamak için çalışmak gerekir, ancak işe gitmek kişinin hayatını tehlikeye atar.  Ve bu paradoks pandemi koşullarında çalışmaya devam etmek zorunda kalan işçilerin her gün yaşadığı şeydi.

EHÇT: Bildiğiniz üzere, bu deprem sadece Türkiye’yi etkilemedi. Suriye halkı da büyük bir insanlık dramı yaşadı. Ancak Batılı devletler, uzun bir süre Suriye Devleti üzerindeki ambargoyu geçici bir süreliğine de olsa kaldırmadı. Bu sayede tekrar görmüş olduk ki Batılı devletler için Suriye toprakları ve halkı emperyalist bölüşüm politikaları dışında bir anlam ifade etmiyor. Suriye halkı, hem kendi devleti hem de uluslararası güçler tarafından katmanlı bir ayrımcılığa maruz kalıyor. “Kırılgan Hayat” kitabınızın çerçevesinde bu durum hakkında neler söyleyebilirsiniz?

JB: Mesela ABD’nin bölgedeki Suriye ve Kürt halkına yardım etmekte tereddüt etmesi, hem siyaseti hem de piyasayı ön planda tuttukları ve bu nüfusların ABD için yas tutulacak kişiler arasında sayılmadığı anlamına geliyordu. Depremin İtalya veya İsviçre’de olduğunu veya Birleşik Krallık’ta korkunç bir sel felaketi yaşandığını hayal edin. İnsani yardımlar acil bir şekilde hayata geçecek ve ekonomik planlama ile altyapının yeniden inşasına yönelik yatırımlar (bu yardımlar ile yatırımlardan elde edilen kâr da aynı şekilde) hızla gerçekleşecekti.

EHÇT: Depremden sonraki ilk saatlerde devletin acizliğini ve halk kitlelerinin kendi kurdukları yatay örgütlenmeler ile yaşanan felaketin altından kalkmaya çalıştığını gördük. Bu durum, özellikle radikal demokrasi ve yatay örgütlenme gibi fikirleri ve yapıları savunan bazı sol çevrelerce merkezi yönetimin acziyetinin bir kanıtıydı. Siz radikal demokrasi üzerine fikirleriniz çerçevesinde bu örgütlenme ve demokrasi biçiminin, bu tarz felaketlerle baş edebilmek için nasıl katkıları olabileceğini düşünüyorsunuz?

JB: Afetler her ne kadar tabiat olayları olsa da, afetten etkilenen bölgelerde yaşayanların hayatlarını korumak ve kolaylaştırmakla görevli hükümetler tarafından ele alınması gereken yeterli altyapıya, güvenli evlere ve binalara olan ihtiyaç sorununu gündeme getiriyor. Dolayısıyla bir doğal afet aynı zamanda bir siyasi olaydır, bir hükümetin demografik siyasetini ve siyasi önceliklerinin bir yansıması ve mizansenidir. Son depremde, darbe teşebbüsünün akabinde, bölgesel ve yerel yönetim organlarının tasfiye edilmesinin yıkıcı sonuçlarını gördük. Yani yürütme erki kendi çıkarları adına, insanları böylesi bir felaketten sonra hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları temel altyapıdan mahrum bırakmaya karar verdi. Felaket bu işte. Kanımca, bölgesel bir yönetim yapısı ve hizmet ağının yokluğu sivil yardımların altını oydu.

EHÇT: Gömülme hakkı, deyim yerindeyse yas hakkı, bu ülkede hiçbir zaman gündemden düşmedi, zira Türkiye’de Alevilerden Kürtlere, LGBTİ+’lara kadar birçok insan bu hakkın ihlaline maruz kaldı. Depremin ardından depremzedeler de bu muameleyle karşı karşıya kaldı. Ve daha önce sizin de izah ettiğiniz üzere, bu konu Türkiye’ye has değil. Öte yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi defin hakkını dolaylı da olsa korumakta ve Cenevre Sözleşmesi’nde bu hak savaş koşullarında dahi güvenceye alınmış hâlde. Bu “çelişkiyi” nasıl değerlendiriyorsunuz ya da konu insan haklar olunca böyle bir çelişki zaten var mı?

JB:  Gömülmenin bir insan hakkı olduğunu belki söyleyebiliriz, ancak bu hak kime ait? Canlılara mı yoksa ölülere mi? Belki de bu hak, ölü ya da diri tek bir özneye değil, bir topluluğa, hem dirilere hem de ölülere aittir diyebiliriz. Defin işlemi, bir topluluğu oluşturan insanların arasındaki bağ, sosyal bağlılıkla hayata devam etmeleri niteliğinde bir eylem, birbirlerinin hayatlarından bir parça diyebiliriz. Bu perspektiften bakıldığında gömülme, hayatta kalanla ölü arasındaki toplumsal bağa ait olduğu ölçüde bir insan hakkıdır. Antigone’nun söylemeye çalıştığı şey buydu, lakin birileri onu duymak istemedi.

EHÇT: Yukarıdaki sorunun devamı olarak, yas tutma hakkının dahi elimizden alındığı şu günlerde, kaybettiklerimizin bize bıraktığı “mirası” etik ve dahası siyasi açıdan nasıl okumalıyız? Biraz genel bir soru oldu fakat Türkiye’deki muhalifler olarak bu cevaba çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz.

JB:  Her protesto kederde başlar ve kamusal bir cenaze merasimine müsade edilmediğinde, hatta bu daha sonra insanlar söz konusu adaletsizliği protesto etmek için her toplandıklarında ortaya çıkabilir. Yas tutma hakkının bize bahşedilmesini bekleyemeyiz. Kaybımızı silmeye çalışan yasaklayıcı yasalara karşı çıkarak kendi mahallimizi bulmamız lazım. Bu yolla, her kamusal yas eylemi aynı zamanda bir protesto niteliğine bürünecektir. Black Lives Matter hareketi bize bu gerçeği tüm açıklığıyla gösterdi.

EHÇT: Aynı zamanda Türkiye kritik bir seçim dönemine girdi. Deprem üzerinden ciddi bir siyasi öfke biriktiği için bu konuyu seçimler olmadan ele almak zor görünüyor. Bu nedenle, karşı-siyasetle ilgili birkaç genel soru daha sormak istiyoruz.

“Excitable Speech” kitabınızda, karşıt söylem argümanınızın oldukça faydalı olduğunu düşünüyorsunuz. Bu bağlamların birçoğu toplumsal cinsiyet ve ırkçı nefret söyleminde ele alındı. Bugünlerde, Türkiye’nin siyasi atmosferinde, özellikle “Gezi” direnişi sırasında, benzer şekilde, kendisini “çapulcular” olarak etiketleyen bir iktidar karşıtlığı gördük. Aynı bağlamda, bugün siyasi arenadaki muhalefet partisinin lideri de kendisini “Bay Kemal” olarak tanımlıyor. Karşı Söylemle alaklı yenilenen-dönüşen-değişen bir tavrınız var mı? Özellikle Kıta Avrupası hukuk sistemini ve günlük siyaseti göz önünde bulundurduğunuzda bunun sizin için ne gibi sonuçları oluyor?

JB: Belki de Avrupa çapında göçmenleri aşağılamak ve onların hayatını yok saymak için kullanılan dile, antisemitizmin yeniden canlanmasına ve trans, lezbiyen ve geylerin hayatlarına yönelik saldırıya, ayrıca feminizmin kazanımlarını tersine çevirme çabalarına dikkat etmeliyiz. Kelimeler tek başına bir mesele değildir, fakat iktidar formlarına hizmet ederler. Bu sebeple kamuoyu oluşturmak ve halkın korkularından istifade etmek için hangi kelimelerin kullanıldığını sormalıyız. Dil ve iktidar birlikte çalışır, bu sebeple analizler bağlamsal olmalıdır. Ancak Türkiye’de ve başka ülkelerde hem otoriter hem de faşist iktidarların demokratik yapıları kullanarak iktidara gelmesinin mümkün olduğunu görüyorum. Bu, olağan düşünce tarzımızı sarsan bir olgudur. Yine de insanlar, otoriterlerin temsil ettiği “demokrasi”nin halkın güvenine ihanet olduğunu biliyor. Dolayısıyla, “demokrasi” kelimesinin bir umut işareti olarak yeniden ortaya çıkması, birçok insanın otoriterlerin halkı demokratik bir şekilde temsil edebileceği yalanına inanmadığı manasına gelir. Özellikle parlamentoları imha ettikleri veya yargıyı ve basını baskı altına aldıkları vakit, halkı demokratik bir şekilde temsil etmeleri imkansızdır.

EHÇT: Türkiye bu haftasonu seçimlere gidecek. Güvenlik politikaları, küresel ilişkiler, radikal popülist söylemler (aşı karşıtlığı veya teknoloji temelli komplo teorileri) ve Rusya, Avrupa ve ABD arasındaki gerilimler bağlamında, Türkiye gibi ülkeleri dünyanın gelecek tasavvurunda nasıl ve nerede görüyorsunuz?

JB: Pek çok kişi Erdoğan’ın devrildiğini ve demokrasinin geri getirildiğini görebilmek için bakışlarını Türkiye halklarına çevirmiş durumda. Erdoğan’ın kaybetmesi, Bolsonaro’nun ortadan kaybolması, Netanyahu’nun muhayyel devrilişi ya da Trump, Orban, Meloni ve Putin’in nihai yenilgisi gibi bir etki yaratacak. Hepimiz dünyanın umut verici şekilde sallandığını hissedeceğiz ve bu sallantı bize umut aşılayacak. Hasarsız bir deprem, bir demokratik tutku sarsıntısı!